22 Mayıs 2012 Salı
KÜÇÜKKEN BEN… (VOL-3)
Merhaba artık gezegenlikten çıkarılmış olan Plutonlarım...
Merhaba zehirli elmayı yedirdikten sonra öperek uyandırmaya kıyamadığım okuyucularım... :)
Bir ''Küçükken Ben'' yazısında daha beraberiz.
Bu arada yukarıdaki fotoğrafta sanırım o kadar sıkı şekilde bezlenmişim ki, pipim varmış gibi duruyor değil mi? Oy dağlar. Hayata dair iç burkan detay diye buna derim ben işte!!!
Her neyse.
Küçükken ''ya benim yerime başkası doğsaydı? ya annemle babamın çocuğu o olsaydı?'' diye düşünüp hüzünlendiğim anlar olurdu sevgili okuyucu. Doğmamış bir hayali bebeğe karşı düşmanlık besler, içten içe kindarlık yapardım.
Bazı rujlu teyzelerin beni öptükten sonra ağzımı yüzümü yamultarak o ruj lekesini silmeye çalıştıkları zamanlarda ben yamuk ağızlı olmaktan korkardım.
Anaokulundayken her sabah ''giyecek hiç bir şeyim yok!'' diye diye ortalarda gezinirdim. Annem de beni çıplak yollamakla tehdit ederdi.
Annesi tarafından ''Gözlerini oyar da sabun yaparım!'' tehditi ile büyümüş bir kız çocuğu olarak, soy kırıma maruz kalmış her bireyi ciddi şekilde anladığımı düşünüyorum dudu dillilerim.
Küçükken arkasından ışıklar çıkan cırt cırtlı spor ayakkabımın bantlarını çapraz bağladığımda çok havalı olduğumu düşünürdüm.
Küçükken en büyük eğlencelerimden biri yazın uçurtma uçurmaktı. Suratımda oluşan eblek gülümseme ve şaşkınlıktan akan salyalarım eşliğinde kusursuz bir eğlence yaşardım. Evlerin çatılarına çıkıp uçurtmama binerek havalanmayı hayal ederdim...
Gökkuşağı gördüğümde bitiş noktasını aramaya başlardım. Çünkü orada atın dolu bir kazanla karşılaşacağıma inandırılmıştım...
Küçükken Allah'ın ak sakallı, güleç yüzlü ve tombik bir dede olduğunu hayal ederdim. Camilerde yaşadığını ve geceleri biz uyurken yanımıza gelip kontrol ettiğini düşünürdüm.
Ben küçükken her şey daha basitti...
DEPRESYON STAYLA (VOL - 2)
Merhaba vir vir konuşan okuyucularım.
Hiç öyle ağlak yazılar yazmayı becerebilen biri değilim. Normal yaşantımda bile biri mutsuzluğumu anlayacak da soru soracak diye ölesiye korkarım. Bir ”neyin var?” sorusunun bünyemde meydana getireceği depremlerden haberdar olduğum için, çoğu zaman gülmeyi veya hiç olmazsa gülümsemeyi tercih edenlerdenim.
”Mutluluk taklidi yapıyorum hobareeey” tarzında kafa ütülemeyeceğim merak etmeyin. Ama ben gerçekten de kendi yalanlarına kendisini akıl almaz derecede inandırmayı başarmış biriyim.
Bu arada size depresyonda olduğumu söylemiş miydim?
Keşke içerisinde Erdal Bakkal, İsmail Abi, Yavuz, Mecnun, Ak Sakallı Dede, Konuşan Kırlent Hakkı Dayı, Yalan Dünya’dan Orçun, Selahattin Abi, Çağatay ve ebette vazgeçilmezim Burhan Altıntop’un olduğu bir kasabada yaşayabilseydim. Keşke öyle bir yer olabilseydi…
Depresyondayım ben, farkettiniz değil mi?
Keşke kitaplarım ve mp3’ümün içindeki müziklerim bana, beynimin içine asit dökme planımı unutturabilselerdi.
Evet, ben depresyondayım.
Yazımın ana fikri: Hayat, bana biraz mutluluk ver lan!
19 Mayıs 2012 Cumartesi
TÖVBEKAR BARBİE (!)
Merhaba çilek kokulu duş jeli tatlığındaki okuyucularım.
Lafı fazla uzatmadan derin bilgilerle dolu yazıma başlıyorum... :)
İlk kez bir New York oyuncak fuarında satılmaya başlanan Barbie bebekler, o güne kadar insanların alışmış oldukları standart bebeklerden oldukça farklıydı. 30 cm. boyundaki bu güzel bebek, öbürleri gibi yatar yatmaz uyuyan, bir yerine bastırınca feryadı basan cinseten değildi. İnce belli, uzun bacaklı ve çok bakımlıydı. Tuvalet masasına oturup süslenip püslenmeye, gardırop karşısına geçip soyunup giyinmeye bayılıyordu. Varsa yoksa makyaj, kıyafet, balo, parti... Ne iş yaptığını, nerede okuduğunu bilmezdiniz. Elinde pek kitap görmezdiniz. Kimliksizdi. Ama şık ve güzeldi. Soyup giydirebilir, banyoda yıkayıp saçını tarayabilir, aynı yastığa baş koyup yanak yanağa yatabilirdiniz. Seri üretim çağının hızı, oyuncak sektörüne de damgasını vurunca Barbie çeşitleri de çoğaldı. İnsanoğlu tek eşle ömür geçirme dönemini kapatırken, çocuklar da tek bebekle büyüme huyuna veda etti. "Bir Barbie yetmez" sloganıyla tüketim kamçılandı. Bir anda çeşit çeşit, renk renk Barbie'ler çıktı piyasaya. Sarışın sevene bomba gibi sarışun, esmer isteyene kıvırcık saçlı bir zenci.. Artık Barbie, dünya çapında düşlenen bir prototipti. Kızlar onun gibi olmak istiyordu; erkeklerse onun gibi biriyle olmak...
Barbie'nin çok çalkantılı bir de aşk hayatı vardı sevgili okuyucu. Paul ve Ken...
Bu iki yakışıklı ile gönlünü eğlendiren Barbie, kah Paul'un arabasında, kah Ken'in pembe evinde hemşire kılığında görülüyordu...
Bu günahlarla dolu hafif meşrep hayatın ne ara son bulduğu anlaşılamamış olsa da, BARBİE ARTIK İMANA GELDİ!
O artık Sultanahmet'te cami gezilerine katılan, ev sohbetlerine giden, taşıdığı puset'e köpeğinin türbanlı yavrusunu koyacak kadar da merhametli biri... (!)
NE DİYORUM LAN BEN?!
ASLINDA ŞUNU DEMEYE ÇALIŞIYORUM:
Bir oyuncak bebeği dahi tahrik unsuru olarak görüp onu minik minik kutular içine hapsetmek, dahası bunu ''çocukların kişisel gelişimi için'' yalanı altında yapabilmek nasıl bir şey acaba?
BUGÜN 19 MAYIS...
19 Mayıs törenleri üzerinde yapılan iğrenç düzenlemelerden ve bu kutlamalara ''sıkıcı'' sıfatını yakıştıran tüm zihniyet yoksunlarına inat, 19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...
İlkokul ve lise dönemimde yapılan milli bayram kutlamalarını hatırlıyorum son zamanlarda. Sabah erkenden kalkıp stada gitmeler, eve bayrak asmalar... Şimdi neden yok? Neden artık bayram sabahları sokaklar bu kadar suskun? Liselerin bando takımlarına ne oldu? Şimdi tüm bunlar neredeler?
''Kafamda deli sorular'' diye bir an iğrençleşesim geldi ama neyse... :)
Bir yerlerde halen düşünen, düşündüklerini yazmaktan kaçınmayan birilerinin varlığını biliyor olmak güzel be sevgili okuyucu... Ben biliyorum, var böyle insanlar. Seviyorum hepsini. Düşünen her bireyi seviyorum ben.
Bu kısa ve öz yazımı Taner ÖZLÜ'den ufak bir alıntı yaparak bitiriyorum...
''Şunu öğrenmelisin : Sen hiç bir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.''
ÇİZGİ FİLM TESPİTLERİM
Merhaba eli işte gözü oynaşta okuyucularım.
Hayatın fantastik yönünü en güzel şekilde ortaya koyan 'şey' sanırım çizgi filmlerdir.
Yemek kokularının görülebildiği,
Kafadaki şişliklerin boynuz gibi uzadığı,
Kafalarına bir şeyle vurulursa serçelerin uçuştuğu,
Koşarken uçurumun eşiğinde düşmeden koşmaya devam edebildiğiniz, 3 saniye havada yürüdüğünüz ve en sonunda yerçekimi aklınıza gelince düşmeye başladığınız,
Bir darbeyle yassılaşıp hemen eski hale geçebildiğiniz,
Vücudunuzu deldirmişseniz ve bunun üzerine su içmişseniz her yerinizden su fışkırdığı,
Her zaman küçük hayvanların galip geldiği,
İnsan veya hayvan farketmez dört parmaklı kahramanların olduğu,
Muz kabuğunun her zaman kötülerin ayağının altına girdiği filmlerdir...
Fakat sorarım size sevgili okuyucu, koskoca büyücü Gargamel'in Şirinlere yenilmesi içinizi hiç mi acıtmadı?
Sen koskoca büyücüsün ama git içinde ’süslü’-‘meraklı’-‘gözlüklü’ gibi karakterlerin olduğu gereksiz bir topluluğa yenil! Adamların elinde ‘keskin nişancı şirin’ veya ‘mayın döşeyici şirin’ diye bir karakter de yok ki be Gargamel :( Ah Gargamel… Yapma Gargamel :( Etme be Gargi… Oy dağlar...
Peki ya Murphy yasalarının yegane hedefi olan çakal Coyote’nin (önce elinde bomba patlar, sora üstünden kamyon geçer, uçurumdan düşer, üstüne bir de kaya düşer vs) her seferinde Road Runnera yenilmesi?..
ZALIMSIN BE DÜNYA...
Hayatın fantastik yönünü en güzel şekilde ortaya koyan 'şey' sanırım çizgi filmlerdir.
Yemek kokularının görülebildiği,
Kafadaki şişliklerin boynuz gibi uzadığı,
Kafalarına bir şeyle vurulursa serçelerin uçuştuğu,
Koşarken uçurumun eşiğinde düşmeden koşmaya devam edebildiğiniz, 3 saniye havada yürüdüğünüz ve en sonunda yerçekimi aklınıza gelince düşmeye başladığınız,
Bir darbeyle yassılaşıp hemen eski hale geçebildiğiniz,
Vücudunuzu deldirmişseniz ve bunun üzerine su içmişseniz her yerinizden su fışkırdığı,
Her zaman küçük hayvanların galip geldiği,
İnsan veya hayvan farketmez dört parmaklı kahramanların olduğu,
Muz kabuğunun her zaman kötülerin ayağının altına girdiği filmlerdir...
Fakat sorarım size sevgili okuyucu, koskoca büyücü Gargamel'in Şirinlere yenilmesi içinizi hiç mi acıtmadı?
Sen koskoca büyücüsün ama git içinde ’süslü’-‘meraklı’-‘gözlüklü’ gibi karakterlerin olduğu gereksiz bir topluluğa yenil! Adamların elinde ‘keskin nişancı şirin’ veya ‘mayın döşeyici şirin’ diye bir karakter de yok ki be Gargamel :( Ah Gargamel… Yapma Gargamel :( Etme be Gargi… Oy dağlar...
Peki ya Murphy yasalarının yegane hedefi olan çakal Coyote’nin (önce elinde bomba patlar, sora üstünden kamyon geçer, uçurumdan düşer, üstüne bir de kaya düşer vs) her seferinde Road Runnera yenilmesi?..
ZALIMSIN BE DÜNYA...
16 Mayıs 2012 Çarşamba
DEPRESYON STAYLA...
Merhaba hepsi birer Spartacus idealistliğinde olan okuyucularım.
Bir sabah ’ i have a dream! ’ diye haykırarak uyanmayı ne kadar çok istiyorum bilemezsiniz. Fakat, artık ben de biliyorum ki hayat bir film değil ve ben de Adriana Lima değilim. (evet Adriana olmadığımı 22 yıl sonra idrak edebildim. ne olmuş yani?) Bu yüzden hiç bir zaman fantastik bir filmin kahramanı olamayacağım. Peki bu benim mutlu olmama engel mi dudu yüzlülerim? Elbette değil…
Ama her şeye rağmen yalan söylemeye gerek yok, son zamanlarda pek mutlu değilim.
Zaten mutluluk hiç kimse için devamlılığı olan, aynı kişide uzun süre barınan bir şey değil.
Mutluluk belki de kalbin ereksiyon olmuş halidir.
Olamaz mı yani? Ve benim kalbim de erken boşalıyor olabilir…
Kalbimdeki ereksiyon hali bu kadar erken ‘mutlu son’ yaşadığı için belki de böyleyimdir.
Olamaz mı yani? Sorarım size, olamaz mı sevdiceklerim?
Yada her ne boksa işte…
Mutluluk denen uçucu hissin olayını bu kadar büyütmek istemiyorum. Ben bunun yerine komik videolar izleyip sırıtmayı, hayal kurmayı ve buraya yazmayı tercih ediyorum. O halde beim için ‘mutlu’ bile denilebilir değil mi?
Denir elbette…
Bir sabah ’ i have a dream! ’ diye haykırarak uyanmayı ne kadar çok istiyorum bilemezsiniz. Fakat, artık ben de biliyorum ki hayat bir film değil ve ben de Adriana Lima değilim. (evet Adriana olmadığımı 22 yıl sonra idrak edebildim. ne olmuş yani?) Bu yüzden hiç bir zaman fantastik bir filmin kahramanı olamayacağım. Peki bu benim mutlu olmama engel mi dudu yüzlülerim? Elbette değil…
Ama her şeye rağmen yalan söylemeye gerek yok, son zamanlarda pek mutlu değilim.
Zaten mutluluk hiç kimse için devamlılığı olan, aynı kişide uzun süre barınan bir şey değil.
Mutluluk belki de kalbin ereksiyon olmuş halidir.
Olamaz mı yani? Ve benim kalbim de erken boşalıyor olabilir…
Kalbimdeki ereksiyon hali bu kadar erken ‘mutlu son’ yaşadığı için belki de böyleyimdir.
Olamaz mı yani? Sorarım size, olamaz mı sevdiceklerim?
Yada her ne boksa işte…
Mutluluk denen uçucu hissin olayını bu kadar büyütmek istemiyorum. Ben bunun yerine komik videolar izleyip sırıtmayı, hayal kurmayı ve buraya yazmayı tercih ediyorum. O halde beim için ‘mutlu’ bile denilebilir değil mi?
Denir elbette…
12 Mayıs 2012 Cumartesi
FİNALLER...
Merhaba, her defasında topu doksana atmayı beceren gol krallarım!
Merhaba romalılar, merhaba yurttaşlar! İlk hedefimiz senato!!!
LAN?!
İşte böyle süprizler, böyle komiklikler yapabilen biriyim ben sevgili okuyucu.
Naber?
Beni sorarsan, tuvaletin ıslak zeminine yapışmış saç teli gibiyim. Öylesine şekilsiz, ve öylesine bıkkın bir haldeyim. Çünkü üniversite hayatımın son final haftasını yaşayarak, şemsiyenin açılıp açılmama olasılığını son kez deneme fırsatına nail olacağım.
Sıçtın mavisinin şefkatli kollarında final haftasına 'merhaba' diyecek, her sınav sonrası kapalı F tipi cezaevi olan okulumdan kurtulmayı hayal edeceğim.
Normal şartlar altında şuan ders çalışması gereken bir kişi olarak diyorum ki, eğer aramızda benim gibi sınavı olanlar varsa ne olur gidin ders çalışın be gözüm... Ben beceremiyorum ama siz başarın! Romayı siz fethedin! Sonra da benzinle yakın.
Saçmalama katsayım her kelimede daha da artarken, bu yazıma son veriyorum sevgili hiç sahip olamadığım - zaten kız oluşumdan mütevellit - sahip de olamayacağım yeşil kramponlarım benim...
Finaller bitsin, yepyeni yazılarla huzur-u şahene de boy göstereceğim.
Dakikalar sonra gelen not: 'Göte giren şemsiye' efsanesini ilk kim çıkardı acaba? Şemsiyenin açılıp açılmadığı merakına neden kapıldı? Bu merakını nasıl yendi? Kafamda deli sorular...
11 Mayıs 2012 Cuma
KÜÇÜKKEN BEN… (VOL-2)
Merhaba tereciye tere satan okuyucularım.
”Küçükken Ben” yazımın 2. bölümüyle huzurlarınızda boy gösteriyorum. Hem de 1.60 lık boyumla (yuvarladım o santim kısmını ben!) ”boy” gösteriyorum.
Boyumla alakalı manasız esprimi bir kenara bırakıp, anlatmaya devam ediyorum…
Anne babası çalışan her çocuk gibi bende anaokuluna gittim sevgili okuyucu. Anaokulu zamanımdan aklıma kalan en önemli faktör, ”kus kus yemeği” idi. O güne kadar kus kus yememiş bir çocuk olarak, yemeğin adını duyar duymaz ağlamaya ve akabinde kusmaya başlamıştım. Ne kadar tatsız bir görüntü oluştuğunu sanırım hayal edebilirsiniz…
Anaokulunda doğum günü olan arkadaşlarımın kutlamaları yapılırdı. Fakat temmuz doğumlu olduğum için benim doğum günüm hiç kutlanmamıştı. Elalemin çocuklarına 32’lik Monami pastel boya seti hediye edilirken ben hep alkış tutan taraf olma durumda kalıyordum. İçten içe yaşadığım bu duygusal depremin acısı hala içimdedir. Bu yüzdendir ki, doğum günlerini hiç sevmem.
Anaokulunda her yıl sonu müsamere düzenlenirdi. Sınıfın eblek suratlı ve pek çirkin kızı olan Ezgi‘nin sırf saçları sarı diye pamuk prenses oluşu ve benim yedi cücülerden ‘neşeli’ yi oynayışım hala aklımda. Size Ezgiyi daha sonra dövdüğümü söylememe gerek var mı?
Küçükken Türkçe haricinde farklı dilleri kullanan insanların varlığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Elmaya apple diyen insanlar bana hiç de samimi gelmemişti. ”Neden apple diyorlar anne? Elma desinler. Öyle şey mi olur?”
Tom&Jerry, Bugs Bunny, Duffy Duck, Çakal Vayli ve Bip Bip, Sevimli Kahramanlar, Jetgiller ve Heidi en çok sevdiğim çizgi-filmlerdi. 2000’li yıllara geldiğimizde Jetgiller gibi yaşayacağımı düşünür, heyecanlanırdım. Fakat uslu olunca Şirinleri göreceğime hiç inanmadım ben. Tıpkı leylek hikayesine inanmadığım gibi…
Susam Sokağı (benim dilimle Sukam Sokağı) benim her şeyimdi. Edi&Büdü, Vampir, Minik Kuş ve Kurabiye Canavarı ile bir gün buluşacağımı düşünürdüm. Elimde şekerli yoğurdum olduğu yıllardı o zaman… Tüm renkler daha pasteldi.
İzlemeyi sevdiğim bir diğer şey ise Koca Ayak ve elbette Alf‘di. Her akşam babamın kucağına kurulup izlediğim Bizim Aile yabancı dizisini de unutmamak lazım. Micheal, seni hala unutamadım bebişim :(
Küçükken bisikletimle gazete dağıtırken yoldan evin kapısına gazete fırlatıp evin sahibine “Günaydın Bay Anderson” demek isterdim.
Küçükken birbirine yapışık ikiz kirazları gördüğümde yüzümde oluşan gülümseme hâlâ oluşuyor fakat saflığından birçok şey kaybetmiş şekilde…
Küçükken bir sözlüğü elime aldığımda ilk önce or*spu, p*ç, g*t gibi kelimelerin anlamlarına bakardım. Eğer varsa o sözlükbenim için ‘kaliteli’ olurdu.
Sanırım şimdilik bu kadar bal dudaklı okuyucu. Bir dahaki ”Küçükken Ben” yazımda gene buluşuruz, üzülme.
”Küçükken Ben” yazımın 2. bölümüyle huzurlarınızda boy gösteriyorum. Hem de 1.60 lık boyumla (yuvarladım o santim kısmını ben!) ”boy” gösteriyorum.
Boyumla alakalı manasız esprimi bir kenara bırakıp, anlatmaya devam ediyorum…
Anne babası çalışan her çocuk gibi bende anaokuluna gittim sevgili okuyucu. Anaokulu zamanımdan aklıma kalan en önemli faktör, ”kus kus yemeği” idi. O güne kadar kus kus yememiş bir çocuk olarak, yemeğin adını duyar duymaz ağlamaya ve akabinde kusmaya başlamıştım. Ne kadar tatsız bir görüntü oluştuğunu sanırım hayal edebilirsiniz…
Anaokulunda doğum günü olan arkadaşlarımın kutlamaları yapılırdı. Fakat temmuz doğumlu olduğum için benim doğum günüm hiç kutlanmamıştı. Elalemin çocuklarına 32’lik Monami pastel boya seti hediye edilirken ben hep alkış tutan taraf olma durumda kalıyordum. İçten içe yaşadığım bu duygusal depremin acısı hala içimdedir. Bu yüzdendir ki, doğum günlerini hiç sevmem.
Anaokulunda her yıl sonu müsamere düzenlenirdi. Sınıfın eblek suratlı ve pek çirkin kızı olan Ezgi‘nin sırf saçları sarı diye pamuk prenses oluşu ve benim yedi cücülerden ‘neşeli’ yi oynayışım hala aklımda. Size Ezgiyi daha sonra dövdüğümü söylememe gerek var mı?
Küçükken Türkçe haricinde farklı dilleri kullanan insanların varlığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Elmaya apple diyen insanlar bana hiç de samimi gelmemişti. ”Neden apple diyorlar anne? Elma desinler. Öyle şey mi olur?”
Tom&Jerry, Bugs Bunny, Duffy Duck, Çakal Vayli ve Bip Bip, Sevimli Kahramanlar, Jetgiller ve Heidi en çok sevdiğim çizgi-filmlerdi. 2000’li yıllara geldiğimizde Jetgiller gibi yaşayacağımı düşünür, heyecanlanırdım. Fakat uslu olunca Şirinleri göreceğime hiç inanmadım ben. Tıpkı leylek hikayesine inanmadığım gibi…
Susam Sokağı (benim dilimle Sukam Sokağı) benim her şeyimdi. Edi&Büdü, Vampir, Minik Kuş ve Kurabiye Canavarı ile bir gün buluşacağımı düşünürdüm. Elimde şekerli yoğurdum olduğu yıllardı o zaman… Tüm renkler daha pasteldi.
İzlemeyi sevdiğim bir diğer şey ise Koca Ayak ve elbette Alf‘di. Her akşam babamın kucağına kurulup izlediğim Bizim Aile yabancı dizisini de unutmamak lazım. Micheal, seni hala unutamadım bebişim :(
Küçükken bisikletimle gazete dağıtırken yoldan evin kapısına gazete fırlatıp evin sahibine “Günaydın Bay Anderson” demek isterdim.
Küçükken birbirine yapışık ikiz kirazları gördüğümde yüzümde oluşan gülümseme hâlâ oluşuyor fakat saflığından birçok şey kaybetmiş şekilde…
Küçükken bir sözlüğü elime aldığımda ilk önce or*spu, p*ç, g*t gibi kelimelerin anlamlarına bakardım. Eğer varsa o sözlükbenim için ‘kaliteli’ olurdu.
Sanırım şimdilik bu kadar bal dudaklı okuyucu. Bir dahaki ”Küçükken Ben” yazımda gene buluşuruz, üzülme.
9 Mayıs 2012 Çarşamba
KÜÇÜKKEN BEN...
Merhaba ay yüzlü okuyucu. Size küçükken çok tatlı olduğumu söylemiş miydim? (bknz: yandaki fotoğraf!)
Çok fazla uzatmadan küçüklüğüme dair bir şeyler gevelemek istiyorum. Daha sonra defolacağım, söz.
Büyük bir bahçesi olan, ahşap, tarihi bir evde büyüdüm ben. Şimdi öyle diyince hepiniz beni paşa kızı sandınız değil mi? Tamam o zaman demekki amacıma ulaşmışım. Öyle sanmaya devam edin.
O koskocaman bahçe dediğim yer küçükken bana yağmur ormanları gibi görünürdü. Öyle ulu, öyle yüceydi orası. (merhaba ben Dede Korkut.)
İstanbul’da olmamıza rağmen o bahçede envai çeşit hayvanla tanıştım ben. sevgili Gelincik, selamsız kirpi, yılan Hakkı, sinsi akrep, tatlı uğur böcekleri, sevimsiz hamam böcekleri, kuşlar, çalışkan karıncalar ve daha bir çok dost işte…
Sabahtan akşama kadar rahmetli babannemin deyişiyle ”hel hel gezip tozmaktan bitap düşene kadar” oyun oynardım. Mahallenin çocuklarıyla ebelemeç, yerden yüksek, ebe tura 1-2-3, yakan top, istop, saklambaç ve ninja turtles oynardık. Evciliği saymadım farkettiniz değil mi? Ben hiç evcilik oynamadım çünkü. Hani öyle bazen komşu kızına özenip elime bir iki bebek almışlığım vardır elbet ama ben gerçekten evcilik oynamayı beceremezdim. Ne o öyle hadi ben anne olayım tribi? Neden anne olayım ben o yaşta? Ben daha çocuğum be çocuk! (merhaba ben Erdal Bakkal. ”ben bakkalım be bakkal!”)
Mahalleler arası çocuk kavgaları ise vazgeçilmezlerim arasındaydı. Çoğunluğu erkek olan arkadaşlarımla beraber çok kavgaya katılma şerefine nail oldum ben dudu yüzlü, bal dudaklı okuyucularım. Bu kavgalar sırasında dayal yediğim de oldu, dayak attığım da ama asla anneme veya babama şikayet etmedim. Hiç ağlamadım.
Bugüne kadar kavgalar sırasında aldığım en dayanılmaz darbeyi mahallenin korkulan çocuğu Ertan vurdu bana. Babasından aşırdığı deri kemerle sırtıma vurmuştu hain koskat! Nevrim dönmüştü lan acısından. Gebericem sanmıştım. Yaşadığım bu olaydan yaklaşık 2 hafta sonra, hain Ertan’ın kafasını kocaman bir taşla yarmıştım. Hastaneye kaldırılmıştı. Annesi ve babası da evimize gelip beni şikayet etmişlerdi. Kızının kriminal bir suça karıştığını öğrenen babam için ne büyük bir yıkım…
Küçükken çok sıkı bir MFÖ hayranıydım ben. Teybin üstüne çıkıp ”Aliiiiiii, aliiiiii desederoooooo!!!” diye haykırıp çılgın danslar ettiğim günler hala gözümün önünde. Ayrıca zamanın yakışıklı şarkıcısı, deri montlu, asi çocuk Tayfun’un ”Hadi Yine İyisin” şarkısı ile az coşmadım… (hadi yine iyisin, iyiysin, iyisin. söyle bana kiminsin, kiminsin, kiminsin? her şeyinle güzelsin muaaah sevgilimsin!) Yonca Evcimik ‘in ”Aboneyim” şarkısını da unutmamak lazım elbette…
(daha ne yazacağıdım ki?)
Bundan böyle ”Küçükken Ben” yazılarımla bol bol karşılaşacaksınız sevdiceklerim. Şimdilik bu kadar…
6 Mayıs 2012 Pazar
FACEBOOK...
Merhaba canısı, ömrümün yarısı, ben senden ayrılmam, alnımın yazısı okuyucularım.
Yazımın başlığını bir sosyolog havasıyla yazdığımın farkındayım. Sizde ilk okuduğunuzda ciddi bir şeyden bahsedeceğim sandınız değil mi? Elbette hayır sevdiceklerim, elbette hayır bal dudaklılarım… (oha! üç nokta koyuyorum fark ettiniz mi?) Ben sadece ”Profilini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim.” (merhaba ben Saadettin Teksoy!) temalı bir yazı yazıp defolacağım.
- Facebook bilindiği gibi bir sosyal ağ şeysi. Böyle profilimize en güzel fotoğraflarımızı koyduğumuz, durum güncellemeleri yaptığımız, şarkı-türkü- güldürmeli videolar paylaştığımız yer işte.
”Çok zaman alıyo yeaa” veya ”Ay yok! Ben sadece haberleşmek için kullanıyorum” diye attığımız palavralara rağmen, hepimiz onu çok seviyoruz itiraf edelim.
in a relationship’lere girip tüm millete sevgilim var diye hava atmalar, Can Yücel’den alıntılar yapmalar olsun pek bir güzel- pek bir hoş tamam. Durum güncellemelerimizle böyle millet bizim ne kadar kültürlü ne kadar marjinal kişilikler olduğumuzu falan anlıyor ya hani, ona da pekala- pek güzel. her şey süper. ama bişeyi anlamıyorum ve sanırım hiç bir zaman da anlamıycam.
’bu videoyu paylaşmayan beni arkadaş listesinden silsin’
NEDİR LAN BU?!
Nası bir mantık bu? Bunu paylaşmayan beni silsin’miş… Lan zaten seni arkadaş listeme kabul ederek en büyük acıyı burada ben yaşıyorum! Hayır yani, bu arkadaşların paylaştıklarını beğenip bende paylaşsam bunların kazanımları acaba ne olacak? Para falan mı kazanacaklar? Eğer işin ucunda para varsa bende yapayım!
Bir diğer Facebook modası da oyunlar. Poker, okey, FarmVille, Sims… gibi çeşit çeşit oyunlar oynayan arkadaşlardan gelen davetler insanı tüketiyor. Sadece oyun davetleri de değil, böyle ilkokul hocanızın oyundaki para puanları bittiği için size yolladığı yardım daveti de cabası. Şimdi seni okutan o güzide insandan gelen yardım çağrısına kulak tıkamak gerçekten insanın içini parçalıyor be.
Bir de doğum günü mevzusu var. Facebook olmadan önce doğum gününüzü kutlayan, hatırlayan kişi sayısı, Facebook sayesinde %100 arttı. ”Doğum günün kutlu olsun canımsss.” mesajlarıyla dolup taşan profiliniz sizi görünüşte çok popili yapıyor değil mi?.
Peki ortak Facebook hesabı açan aptal sevgililerin hiç mi suçu yok sevdiceklerim? Bunlar bir de tüm özel hayatlarını falan belirtiyorlar orada. ”Aşkımla bebek’te mojito keyfi :)) ” şeklinde durum güncellemesi yapan arkadaşlarınız mutlaka vardır. Evet, hepimiz onlara sinir oluyoruz. İtiraf edelim. Lan bana ne sizin keyfinizden? Bana ne sizin sokmalı-sokuşturmalı erotik aşkınızdan? Tövbeee…
Bir de ergenuslarımız var… Fotoğraflarının altına, ”beqen qeC, beqLeme yapma yaaff” yazan, bunu yazacak kadar kendine güvenen ve her fotoğrafı için ”resmimi beqen qanqa” diye kişisel mesaj atanlar var. Canım o resim değil fotoğraf! Ayrıca o ne özgüven o?
”X’i Seven 1 Milyon Kişi Bulabilirim” gruplarının sayısı ise hiç de azımsanacak gibi dğil. Lan sen o 1 milyon kişiyle ne yapacaksın bi desene bana?! Napcanız oğluuuum? Nası bi travma yaşıyorsunuz lan?
”Aşk acısı delected” insanları var bir de. Bunların hepsi birer Emre Aydın. Sürekli mutsuzlar. Sürekli acı çekiyorlar. Ama yolda gör, yüzü gülüyor şerefsizin. Lan hani mutsuzdun sen?
Bir de aile dostu olanlar ve akrabaların yarattığı terör ortamı var. Her paylaşımın altına, ”çok beğendim. ailene selam canım.” yazarlar falan. Bunu görünce böyle bir ter boşalması, bir sinir harbi…
(daha ne yazacağıdım ki?)
3 Mayıs 2012 Perşembe
ZİNCİRLİKUYU GERÇEĞİ
Merhaba hepsi birer İngiliz teni narinliğinde ki okuyucularım.
Yazımın başlığına bakarak sanki sosyo- kültürel bir durumdan bahsedeceğimi sandınız değil mi? Yoo dudu yüzlüm, yoo… Ben sadece Zincirlikuyu’nun bünyemde oluşturduğu bir kaç durumdan bahsedip defolacağım.
Zincirlikuyu denilince akla hep o kocaman mermer mezarlık ve onun kapısında kocaman kocaman ”her canlı bir gün ölümü tadacaktır” yazısı gelir. Kendimi şöyle hafif bir zorlayınca aklıma plazalar da gelmiyor değil ama şimdilik onu boşveriyorum.
He evet ne diyordum? ”Her canlı bir gün ölümü tadacaktır.” Yahu o ne tatsız bir yazı değil mi? Minibüs ile önünden geçerken her okuyuşumda nedense kalabalığı yararak otobüs şoförünün kulağına, ”abi her canlı bir gün ölümü tadacakmış. nolur az yavaş sür de taklaya gelmeyelim erkenden.” diyesim gelir. Tırsarım.
Veya haykırarak, ”HER CANLI BİR GÜN ÖLÜMÜ TADACAKMIŞ! HEPİMİZ GEBERİCEZ HAHAHA!”diyesim gelir. Gerçi böyle bir durumda dayak yeme olasılığım olduğu için, daha fazla çirkinleşmek istemiyorum.
Şimdi ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü gerçekten de ”HEPİMİZ GEBERİCEZ HAHAHHA!”
2 Mayıs 2012 Çarşamba
BİR İŞKENCE ÇEŞİDİ OLARAK, ‘YAŞLI TEYZE’ FAKTÖRÜ…
Merhaba çayımın şekeri okuyucularım.
Teyze kategorisine girmek zaten yeterince sinir bozucu bir durumken, bir de ‘yaşlı teyze’ kategorisine girmek sanırım hayatın en korkunç gerçeklerinden biri olsa gerek.
‘yaşlı teyze’ dediğimiz canlı türü doğal ortamı itibariyle genellikle ‘ev’, ‘park’ ve çeşitli süper marketlerde yaşamlarını sürdürürler. Son günlerde de bolca belediye otobüslerinde ikamet ettiklerine dair gizli bilgiler dolaşıyor kulislerde.
‘Yaşlı teyzeler’ kimi zaman komşu olarak, kimi zaman da uzak akrabalar arasından çıkabilir. Ne zaman ve nerede karşılaşacağınızı asla tahmin edemeyeceğiniz gibi, size neler yapabileceğini de asla kestiremezsiniz.
‘Yaşlı teyze’ olmanın birincil ve en temel koşulu, kayıtsız şartsız ‘eylemsizlik kanunu’ na uymaktır. Şöyle ki, belediye otobüsüne binmiş bir yaşlı teyze otobüsün hareketiyle beraber ‘eylemsizlik kanunu’ gereğince tutunamayıp tüm cüssesi ve olanca ağırlığı ile yakınında bulunan kişinin üstüne düşer. Ezilen kişi mucizevi bir şekilde hala yaşıyor olursa bu sefer de ‘yaşlı teyze’ nin çemkirmesiyle karşı karşıya kalır. (”Zamane gençleri bla bla bla…”)
Yaşlı teyzelerin bir diğer özelliği ise kulaklarının ağır işitmesidir.
- teyzecim merhaba. hayırdır neyin var?
-heee.
-neyin var diyorum teyzecim. (azcık yüksek bir tonla)
-duymuyorum evladım. biraz bağır. (gülüyor ve aynı zamanda eliyle kulağını yaklaştırıyor.)
-ne oldu diyorum teyzecim. hasta mısınız? öksürüyorsunuz da ondan şey ettiydim.
-anlamıyorum ki seni çocuğum. (kısık sesle kendi kendine söyleniyor)
-teyze, öksürüğün diyorum ya. ne zamandan beri var? (sabrının son noktasına ulaşmış ergen)
-heee. ne biliyim kızım ama çok oldu işte. geçti artık bizden.
-nasıl ne bileyim ya? doktora gitsene teyze.
-heee,
-hay senin kulağına ya! boğazım parçalandı burda teyze!
-yok yok kedim yok benim kızım ama oğlum var. al bak resmine…
Yaşlı teyzelerin ellerinde optik, eczane veya kuyumcu torbası taşımaları adeta adettendir sevgili okuyucu. İnsan merak ediyor haliye ilkbahar-yaz, sonbahar-kış kreasyonlarında neden bu çantaların vazgeçilmez aksesuarları olduğunu. Şimdi bu anlaşılması güç durumu çözmeye çalışalım.
***evet, büyük çoğunluğu gözlük kullanıyor.
***evet, eczanelerle sıkı ilişkileri var.
Ama… Ama bir dakika… Kuyumcu çantaları da varsa bu bize altın alabildiklerini gösterir değil mi? Hayır göstermez işte dünya tatlısı okuyucum. Göstermez! Çünkü yaşlı teyzeler hiç bir zaman paraları olduğunu kabul etmezler. Her daim o koskocaman memelerini taşıyan bez sütyenleri içinde taşırlar paracıklarını. Bu da benden size gizli bir bilgi işte… Azcık kıymetimi bil sevgili okuyucu!
1 Mayıs 2012 Salı
ZENGİNLİK ÖLÇÜTLERİ…
Merhaba matruşka kıvamındaki okuyucularım.
Bilindiği üzere parası, malı çok olan varlıklı kişilere zengin deniliyor. Elbette kaç tane evinizin olduğunu, banka hesabınızda bulunan paranın sağ kısmında yer alan sıfırların çokluğunu soracak değilim sevgili okuyucu ama eskiden, çok eskiden, ben daha çok küçükken, henüz cennet plajı otopark olmamışken (merhaba ben Teoman) zenginlik farklı şeylerle ölçülüyordu. İşte bu yazımda onlardan bahsedeceğim.Evet sevgili okuyucu yanlış görmüyorsun. Ben küçükken, çok düğmeli televizyon kumandaları zenginlik işaretiydi. Misafirliğe gittiğimiz her evin televizyon kumandasında bulunan tuşları sayar, ev sahibinin ekonomik durumu hakkında ciddi bir analiz yapardım.
Bir diğer ölçüt ise atariydi. Eskiden her evde öyle atari bulunmazdı miniklerim. Bilgisayar henüz yaygın değildi ve atari gerçekten çok ünlüydü. He tabi bir de bilgisayarlı bir eve misafirliğe gitmişsek gerçekten ne yapacağımı şaşırırdım. Enter tuşuna basabilmek için türlü taklalar atar, fifa oynayan evin erkek çocuğuna şirin görünmeye çalışırdım.
Yukarıda bulunan yakışıklı prensi hatırladınız değil mi? Eğer 36’lık veya 48’lik bir monami pastel boyaya sahipseniz, kesinlikle elit tabakaya mensup sayılırdınız. İçinden çıkan etiketler de cabası üstelik…
Sanal bebekler de birer zenginlik işaretiydi o zamanlar. Benim bugüne kadar bir tane sanal bebeğim oldu. Kendisine yemek vermediğim ve altını değiştirmediğim için öldürmüştüm. Mezar taşı ekranda belirdiğinde gerçek bir acı yaşadığımı hatırlıyorum.
Hangimiz ışıklı spor ayakkabıların büyüsüne kapılmadık ki? Her ne kadar bir veya iki hafta içinde ışığının pili bitsede, onlar tüm çocukların rüyasıydı. Benim ışıklı spor ayakkabım beyazdı ve pembe ışıklar saçıyordu. Onunla yürürken kendimi bir pamuk prenses, hani hiç olmazsa bir kontes hissetmiyor değildim…
Bir yazımın daha sonuna geldim gönül dostları. Üzülmeyin…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)