13 Temmuz 2014 Pazar

SAİD HATİPOĞLU TRAVMASI

Nihat Hatipoğlu Travması gerçeğini henüz üzerimizden atamadan yeni bir sorunla, nur topu gibi bir travmayla yüzleştik: JR. HATİPOĞLU!

Geçtiğimiz günlerde televizyonda zap yaparken karşılaştım kendisiyle. Yahu ben bu ekolu sesi, mimikleri, tek bir noktaya kitlenmiş yarı kapalı gözleri, bu üslubu, bu vurguları tanıyorum diye düşündüm. Tam o anda imdadıma altyazı yetişti. Ve Said Hatipoğlu ile böylece tanışmış oldum. Birden bire nabzım yavaşladı. Evet! Korktuğum başıma geliyordu! Hipnotize olmaya başlamıştım bile! Babasının yolundan giden JR. Hatipoğlu tarafından uyuşturulmak üzereydim... Hemen oruçtan büzüşmüş beyin hücrelerimi havalandırmak adına ufak bir nefes alıp verdim. Fazla enerjim yoktu ve iftara kadar hayatta kalmak istiyordum. Saate baktım... İftar sofrasında yaşanacak olan açlık oyunlarının başlamasına fazla bir şey kalmamıştı... Bir önceki akşam sofradaki son köfteyi kapan kardeşime hala kızgındım. Bu akşam intikamımı almalıydım! Peki ya o saate kadar dayanabilecek miydim? Bu düşünceler içerisinde acı çekerken birden etraf karardı...

Birkaç saniye sonra...

Gözlerimi açtığımda kara bir sinek gibi televizyon ekranına yapışmıştım. Said'den başka bir yere bakamıyordum. O ise gözlerini çok uzaklardaki bir yere dikmiş, aynı babası gibi hikayesini anlatıyordu... Belki de Çin'de üretilerek ülkemize ihraç edilmiş bir üründü... Belki de gerçek değildi... Çin'de üretilen ürünlerin ne kadar kalitesiz olduğundan haberim vardı. Belki de kısa bir süre sonra ekranda parçalara ayrılacaktı... Çünkü babası gibi Kuran surelerini lafının ortasına sıkıştırmıyordu. Belli ki Arapça bilmiyordu. Demek ki malzemeden çalınmıştı... Demek ki hala umut vardı...

Fakat korkuyordum... Hem de delicesine korkuyordum. Kuyudan çıkan Samara gibi oturma odamıza gelivermesinden korkuyordum. Yüzünde gülüyor mu yoksa üzülüyor mu belli olmayan bir ifade ile dini bir müzik eşliğinde hikayesini anlatıyordu... Sesine verilen eko her geçen saniye daha fazla artıyor, mimikleri her cümlesinde ''bakın nasıl da biliyorum!'' dercesine hareket ediyordu...

Bir anda kendime geldim!!! Yahu nasıl bir eğitime, nasıl bir unvana sahipti ki ona ''hocam'' diye hitap ediyorlardı? Göğsüne kadar açılmış gömleği ile nasıl oluyor da bana benim dinimi anlatma haddini kendinde görebiliyordu? Dini anlatarak bir servet kazanmayı nasıl oluyor da kendine hak görebiliyordu? Evet... Bu olsa olsa kötü bir taklit, kötü bir ihracat ürünü olabilirdi... Ciddiye almak manasızdı!

4 yorum:

  1. Bir roman,bir hikaye uslubundaki yazın beni epey güldürdü.Allah da seni güldürsün.

    Bu arada 90 doğumlu açıköğretim öğrencisiymiş zat.
    :)

    YanıtlaSil
  2. @Onur yorumun için çok teşekkür ediyorum, çok naziksin. Allah hepimizi güldürsün inşallah. Bu arada yazıyı yazarken youtube'dan kendisinin videosunu açtım. Fonda çalan sesi duyan annem kendisini Nihat Hatipoğlu zannetti :) Playback yapıyor olmasından şüpheleniyorum :D

    YanıtlaSil
  3. Güzel tespitler! :)

    YanıtlaSil